Blog

Ege Koleji Yılları

  • 25 Mart 2022
Ege Koleji Yılları

Yurdal Keskiner EK’61

Bir zamanlar kendine özgü mimarisi, kendine özgü insanları, evleri sokakları, denizi olan çok sevimli bir Karşıyaka’mız vardı. Tanrının sevgili kullarından oluşan ailem bu güzel yere 1950 başlarında yerleşti. Hem de sahilde bir eve. Evlerin hemen önünden denize girilen, denize çakılı tahta iskelelerinden balık tutulan, midye çıkarılan bir yerdi burası. Arada bir insanları merak edip başını sudan çıkaran deniz kaplumbağaları, vapurlarla yarışan yunusları vardı buranın. Sahili boyunca iki katlı, çıkma balkonlu, mis gibi beyaz badanalı Rum evleri sıralanmış bu yerin insanları da farklıydı. Bu insanlar, bu yerin dışında da hemen fark edilen bir kişiliğe sahipti.

Hoş görülü, esprili, sevecen, coşkulu, hayatı seven, küçük değişikliklerden büyük mutluluklar çıkaran, birbiriyle ve kendiyle dalga geçebilen sahil insanlarıydılar. Sanki herkes komşu, sanki herkes arkadaştı. Biz de onlara karıştık gittik.

Topuz Cengiz, Bela Rıdvan, Kalaycı Erol, Balıkçı Süleyman gibi ali kıran koparan takımın okuduğu Alaybey İlkokulu ilk çocukluk çevremdi. Sahildeki mutlu azınlık ile arka sokaktaki sınıf arkadaşlarım arasında bir gider bir gelirdim.

Mezun olduğumun haftası babam evin balkonunda beni karşısına aldı “Bornova’da bir kolej varmış. Yeni açılmış. Seni oraya göndersem okur musun? Becerebilir misin? Çok pahalı_ Yıllığı 2.500 lira! İster bunu sana her sene vereyim, sermayen olur ilerde. O zaman liseye gidersin.  İster oraya git oku. Hangisi?” diye hem anlattı hem sordu. Ben iyi ki ”kolej” demişim.

Kaydımı yaptırmaya gittiğimizde sanki, İzmir’den falan çıkmış, çok uzaklarda bir yere gelmiştik. Ağaçlar, bahçeler, beyaz büyük binalar gözümü korkutmuştu. Elimize bir liste tutuşturdular. Neler vardı neler. Mesela o güne kadar adını duymadığım “mokasen” ayakkabı, süveter, eşofman, arma falan … Eve gelince bunların nasıl şeyler olabileceğini tartıştık babamla. O listeye şöyle bir baktı. “Ayakkabı boyasıyla kadife de ne oluyormuş?” diye söylendi.

Okulun sadece yatılı öğrenci kabul ettiğini öğrenince temelli burkuldum. Evim Karşıyaka’da ben burada olacak, burada yatıp kalkacaktım. “Neden?” diye sorup duruyordum kendime. Okul açıldığında baktım ki bahtı kara bir ben değilim, üstelik gelenlerin çoğu benim gibi taşradan. Benim onlardan farkım İzmir’e birkaç sene önce gelmiş olmak. Neyse … Biraz açıldım.

Anneler yataklarımızı yaptılar. Dolapları yerleştirdiler. Pijamaların yeri gösterildi. Annelerin her biri bizi öptü, sonra bir bir yok olup gittiler. Okula bizden bir sene önce gelmiş ilk öğrenciler vardı. Onlar çok rahattılar. İlk gece yatakhane bize çok büyük geldi. Herkes bir tuhaftı. Suratlar gergindi, tedirgindi. Büyüklerimizden biri karşımıza geçip “yazık yahu bu çocuklara” deyiverse belki de hepimiz başlayacaktık ağlamaya. İçimizde bir Gaziantepli, bir Adanalı iki de İstanbullu vardı. Ben onları görünce halime şükredip biraz sevindim.

Okulun birinci günü sabahı beyaz gömlek ve kravatla tanıştık. Herkes gömleği kolayca geçirdi sırtına. Ama düğmeleri tek tek iliklemek başlı başına bir işmiş meğer! Kravatı eline alan durdu kaldı, kimse bilmiyordu nasıl bağlanacağını. Herkesi bir endişe sardı. Bildiğini sananlar bilmeyenlerin kravatlarını bağlamaya kalktığında şaşırıyor, kravatın geniş kısmı ya kasıklara kadar iniyor ya· da iyice yukarıda kalıyordu. Fazla gelen kısmı gömleğin içine sokuverdik. Kimimizde saç fırçası vardı, kimimizde tarak bile yoktu. Ayakkabılar yeni olduğu için boyamaktan şimdilik kurtulmuştuk.

İlk hafta yıllarca sürmüş kadar uzundu.

Birden bire yabancı öğretmenler ile karşılaştık. Adamlar bir şeyler konuşuyor, biz birbirimize bakıp kıkırdıyorduk. Her birinin vurguları farklı olduğu için İngilizcenin nasıl bir şey olduğunu kestiremiyorduk. Sonra bazı kelimeler kafamızda yer etmeye başladı. Mesela “Good morning!” Morning kelimesine “morlik”, “momik” diyenlerden tutun da biri beceremeyince sinirli sinirli kahkahalarla gülenler mı ararsınız, o gülenlere bozulup iç çeke çeke ağlayanlar mı? Zamanla “tree” ile ” three” yi ayırdetmeye başladık. En zevklisi de, tutarsa diye atanlar vardı. Mesela ‘ circle‘a “çörçil” deyip geçenler. O zaman kahkahadan yerlere yıkılıyorduk. “Bad boy” “Good boy” farklı anlaşılmaya başladıktan sonra “good boy”lar “bad boylar”ı “Sör! Hisset veribed neym!” diye şikayet etmesini öğrendi.

İngilizcenin kaşını gözünü yarmaya başladığımızda öğretmenlerle çok yürekten ilişkiler kurmaya başladık. David Niven’in çok daha yakışıklısı, tipik Amerikalı yüzlü, beyaz tenli mavi gözlü bir Mr. Wear’ımız, saçları ve kaşlarına kadar sarı orta boylu bir Amerikan gencini andıran Mr.Korretz’imiz, zayıf ve uzun boylu, sivri burnu ve öne sarkan sakallı çenesiyle bize fonetik dersi veren Mr.Mac Fairlene’nimiz, beden eğitimi dersinde koşanların gerisinde kalanların poposuna tekme atan iri kıyım sarışın Mr. Hotin’imiz vardı. Hepsi bizi seviyordu. Hepimiz çocuk yüreğimizle onları seviyorduk.

İkinci dönem başladığında yemekhanede Türkçe konuşmak yasaklandı. Herkes yeni öğrendiği kelimeleri birbirine sormaya başladı. Ben de masa arkadaşım İlker’e “mouse?” dedim. Düşündü düşündü. “Biz daha mauslara gelmedik” dedi. Akşam yemeklerine girmeden önce tırnak temizliği muayenesi yapılırdı. Tırnak kesmeyi unutanları yemeğe almıyorlardı. Ayakkabıları pantolon paçalarının arkasına sürer parlatırdık. Paçaların arkasının halini de hiç kimse görmezdi herhalde. Günler geçtikçe kravatı ister üçgen ister boru bağlamaya başladık. Ama ceketlerin önünü iliklemeyi de bir türlü beceremedik.

İngilizce’den bıkmayalım da bir çeşni olsun diye araya bazı dersler koymaya başlandı. Mesela matematik! Hiç kimse bu yenilikten hoşlanmadı. ‘th” sesini veremeyenler bir güzel “Matematik” demeye başladı. Bu derse gelen kısacık boylu bir Sami Bey’imiz vardı ki, korku salardı. Anlatırken aniden yarıda kesip “Sen söyle bakalım” diyecek diye ödümüz kopar, tahta sıraları tırnağımızla kazırdık korkudan bize gelecek diye.

Öğretmenlere saygısız davranan, yaramazlık yapan, yemekhanede Türkçe konuşurken yakalanan, bir hafta içinde 10 “Demerit”i tamamlayan o hafta sonu okulda kalma cezasına çarptırılır, küçücük çocuk dünyasıyla koca okulun kocaman bahçelerinde yalnız, tek başına kalırdı. O zaman okulun bahçıvanı yaşlı İdris Ağa ile sohbet etmek, onun, korunun girişindeki tavşanları, tavukları ile ilgilenmek de zamanın geçmesi için yetmezdi. Cumartesi bitmez, Pazar akşamı da bir türlü gelmezdi.

Okulumuzun arazisinin eski sahibi hayırsever Edmond Giraud ve eşi Hayriye Hanım, bazı soğuk kış geceleri hepimizi yemekhanede toplardı. Orada hepimize açık sohbetler yaparlardı. Onların Çinli suratlı uşağının oynattığı sessiz Şarlo filmlerini izler, kahkahadan yerlere yatardık.

Okul müdürümüz Ethem Abi ve eşi Sahver Ablamızın, bize candan ve sevecen yaklaşımları okulun disiplin amiri Yahya Su hocamızın hışmını büyük çapta kompanse ediyordu. Yılın sonuna doğru kaynaşmaya başlamıştık. O kadar ki, isimler falan takılmaya başlandı. Mesela kızılderili olmaya meraklı bir “Dumdum Manita” Muammer, Şişko İstanbullu “Double treble” Ömer, “Mandrake” Tanju ve onun “Abdul”u Uğur gibi seçkin simalar belirdi.

Okulun Alman annesine ve onun kibrit gibi kıyılmış ve kızarmış patateslerine, omletlerine, pastalarına tam alışmıştık ki, okulun devlete satılacağını duyduk. Sevinelim mi üzülelim mi bilemedik. Bilemezdik. Artık son günlere gelmiştik. “İhzari” sınıfının son günlerine. Bir parti verildi bol limonatalı, pastalı. Müdürümüz Ethem Abi, Şahver Abla’mız, haftasonları en temiz ve güzel giyinenimizi hediyeleriyle onurlandıran Edmond Giraud ve onun saygı telkin eden eşi Hayriye Hanım ve öğretmenlerimiz her birimizle teker teker ilgilendiler.

Ve artık hepimiz İzmir’e Nato için gelen Coni’lerle konuşabilecek hale gelmiştik. Ortaokul öğrencisi oluvermiştik. Güzel günlerdi…